Translate

15 Ağustos 2014 Cuma

Allah'ın sınavının sorunları




ŞANS ESERİ SEÇİLEN DİNLER


Tanrı adil ve düzgün bir sınav yapacaksa, insanları tek ırk yapıp hepsine eşit şartlar vermesi daha mantıklı olmaz mıydı? Gönderecekse tek bir din göndermeli ve bunun da tüm insanlara mutlaka ulaşmasını ve tüm insanların rahatlıkla anlamasını sağlaması gerekmez miydi ? Neden her dinin asılı sadece çıktığı coğrafyada yaygın olarak kullanılan dilde oluyor ? Mutlak kudretli ve aynı zamanda bilge bir tanrı herkesin anlayabileceği bir dil oluşturabilir ve bunu gönderdiği tek din için uygulayabilirdi. O dinin aslına, asıl kurallarını içeren kitaba bakan herkes direk olarak anlayabilirdi ve bu çok daha adil ve mantıklı bir insanları ‘’ uyarma ‘’ şekli olurdu. Fakat tam aksine o dinin çıktığı coğrafya haricinde hiçbir insan ‘’ çeviri ‘’ yapılmadan o dini anlayamıyor. Çeviriler ise gene mutlak doğru olarak yapılamıyor. Tanrı, en azından çevirilerin mutlak doğru olarak çevrilmesini sağlayabilirdi. Çeviriler kendi arasında çelişki gösteriyor, bazıları kabul ediliyor bazıları edilmiyor, ‘’ onun asıl anlamı o değil ‘’ iddiaları sürekli olarak kullanılıyor…

Mutlak kudretli bir tanrı, eğer isteseydi herkese, her çağa, her topluma uygun ve herkesin kolaylıkla uygulayabileceği bir din yapabilirdi fakat hiç bir din her topluma ve çağa uygun değil, aksine her din kendi çıktığı coğrafyaya hitap ediyor. Örneğin Kutuplarda yaşayan bir insanın, çoğunluğu çöl yaşamına uygun olarak oluşturulmuş İslamı uygulaması ne kadar mümkündür ?

Neden teistlerin çok çok büyük bir bölümü dinini sadece çevre baskısı ve coğrafi koşullar yoluyla seçiyor ? Her neyi iddia ederseniz edin, farklı bir ülkede, farklı bir çevre baskısı altında doğsaydınız aynı şekilde o toplumun dinini benimseyecektiniz. Belki de şuan ki dininizi savunduğunuz kadar onu da savunacaktınız.

Nasıl eğitildiğinizi düşünün. Ailenizin size neleri öğrettiği, çevrenizde her an gördüklerinizi, okulda gördüğünüz din derslerini düşünün. Çok büyük bir çoğunluğu aynı dinde olan ve günlük yaşayışları, dini eğitimleri hep aynı olan bir ülkedesiniz muhtemelen. Yaşadığınız her şey, tek bir din üzerine yoğunlaşmış durumda ve tek doğrunun şüphesiz o din olduğunu düşünüyorsunuz, çünkü bu şekilde eğitildiniz, gördünüz, yaşadınız, üstelik hayatınızın her saniyesini bunları görerek geçiriyorsunuz. Muhtemelen diğer dinlerin yorumunu gene sizin dininizle aynı olan kişilerden dinlediniz, kutsal kitapları (okuduysanız) taraflı okudunuz ve mutlak olarak kendi dininizi doğru olarak görerek, diğer dinleri ‘’ gene kendi dininizin yorumcularından dinlediğiniz şeylerle ‘’ yanlışladınız.

Şimdi bir dakikalığına durup düşünün, eğer %99'u bu dinde değil de, farklı bir dinde olan bir ülkede doğsaydınız ne olacaktı? Gerçekten şuan ki dininizi geri seçebilecek miydiniz? Yoksa doğduğunuzdan beri size dayatılan dini mi mutlak doğru olarak savunacaktınız? Objektif düşünen herkes için sorunun cevabı aynıdır.

Bu durumda, şans eseri doğduğunuz bölgeyle ilgili olarak bir dini seçmeniz ve o dinin doğru olma olasılığı nedir? Eğer yanlış dini seçerseniz sonsuza kadar cehennemde yanacağınızı düşünün. Bu durumda tek suçu yanlış coğrafyada, yanlış şekilde eğitilmiş ve belli kalıp fikirler dayatılmış birinin suçu nedir? Dünya'da ki en büyük kitlesi olan dini düşünelim, Hristiyanlık. Toplamda 2.5 Milyar insan bulunuyor Hristiyanlıkta. Eğer doğru din Hristiyanlıksa Dünya'nın geri kalan neredeyse 5.5 Milyarlık nüfusu cehennemde sonsuz acılar çekecek ve bu 5.5 milyarlık insanın -büyük çoğunluğunun- tek suçu sadece şans eseri doğduğu ülkenin şartlarına göre yetiştirilmesi. Her neyse, genel olarak bu durumda olan biz insanlar için, bu sınav gerçekten '' adil '' - '' mükemmel '' - '' doğru belirleyici '' midir ? Daha olduğumuz sınavın hangi dinin parametrelerine göre olduğunu bile kesin şekilde anlayamıyorsak, bu sınav ne kadar mantıklı olabilir? Ne kadar ‘adil’ olabilir?

ÖDÜL / CEZA


Yukarıda da gördüğümüz gibi parametreler belirsiz. Parametreleri belirlemek için bir dini doğru kabul edelim. Bu dinimiz X olsun. X’e göre eğer bu dine ve tanrısına inanmazsak, sonsuza kadar cehennemde yanacağımız eğer inanırsak ve iyi bir insan olursak ise mükemmel ödüller alacağımız söylensin, üstelik sınavın en başından söylensin bu.

Bu durumda sınav hala adil ve mantıklı bir sınav olamaz çünkü gerçekten bir sınav olacaksak ve bu adil bir şekilde gerçekten bizim iyi mi kötü mü olduğumuzu belirleyecekse bu sınavın sonucunda kazanacağımızı/kaybedeceğimizi bilmememiz gerekir. Bu şuna benziyor, bir hırsız geliyor ve kafanıza silah dayıyor ve diyor ki '' Eğer bana paranı verirsen seni serbest bırakırım eğer vermezsen seni öldürürüm, özgür olarak seçebilirsin. '' Sanki espriymiş gibi, özgür olarak sınav olacağımız iddia ediliyor, fakat eğer istenilen şeyi yapmazsak '' tanrı'ya inanmamak '' gibi cehennem'de sonsuz acılar çekeceğimiz söyleniyor. Bu sınav ne kadar özgürce yapılabilir ki? Bir sınavda kafanıza silah dayanıyor ve sizden belirli şıklar işaretlenmesi bekleniyor eğer belirli şıkları değil de kendi başka fikirlerinizi işaretlerseniz sınav sonrası kafanıza sıkılacak. Bu durumu anlayabildiğinizi düşünüyorum.

Ayrıca, aynı şekilde sonucunun mükemmel olduğunu bilmemiz de sınavın adilliğini bozar çünkü bir insan gerçekten '' iyi '' olmak istediği için değil de, '' sonucun da ödül var '' mantığı ile iyilik yapıyor. Eğer bir tanrı gerçekten insanların iyi mi kötü mü olduğunu adil olarak belirleyip onlara cehennem veya cennet vaat ediyorsa, bunu onlara hiç söylememesi ve yaptıklarına bakması gerekir. Eğer ödül/cezayı baştan söylerse bu sınava girecekleri psikolojik olarak etkileyecektir ve dolayısıyla sınav adil şeklini kaybedecektir.

ÖZGÜR İRADE


İlk bölümde de gördüğümüz gibi seçtiğiniz dinlerin, inandığınız kavramların çoğunluğu doğduğunuz bölge, çevre baskısı, yetiştirilme tarzı vb. ile alakalı. Bunu kanıtlayan en basit önerme örneğin X dini için inceleyecekseniz, X dininin yaygın olduğu yerde doğan çocukların belli bir yaşa gelince hangi inanışlara sahip olduklarına bakın. Çok büyük bir çoğunluğu zaten yaygın olan X dinini seçecektir. Ayrıntılı olarak birinci bölümde açıkladım. Bu durumda doğru dinin herhangi bir din olduğunu düşünürsek ve o dinde değilsek bu ne kadar ‘’ özgür ‘’ kararımız oluyor? Tam bir özgür irade ile seçim yapabiliyor muyuz?

İlk paragrafı unutup ‘kötülük’ ve ‘iyilik’ olarak değerlendirelim. Gene doğduğunuz andan itibaren sürekli olarak çevre sizi etkileyecektir. Eğer kötü bir ailede, kötü bir arkadaş çevresinde yetişirseniz ileri de kötü bir insan olma olasılığız daha yüksektir. Doğduğunuz an ailenizi sizin ‘özgür iradenizle’ seçemeyeceğinize göre buna tam olarak bir ‘’ özgür seçim ‘’ gözüyle bakamayız. Aynı şekilde ‘iyi’, ‘ahlaklı’ veya ‘saygılı’ gibi iyi olarak nitelendirebileceğimiz özellikleri taşıyan ve çocuğuna yani size çok iyi gösteren bir ailede yetişirseniz, ileride iyi bir insan olma ihtimaliniz çok daha artacaktır. Bu şekildeki bir sınavın ‘adilliği’ ne kadar olabilir? Daha seçimlerimiz bile kendi tam özgür irademizle değilken parametreleri bile belirsiz bir sınav sonucunda ya ‘’ sonsuz cehennem, sonsuz acı ve işkence kazanacağız ya da sonsuz cennet, sonsuz mutluluk. Oldukça sorunlu gözüküyor.

HER ŞEYİ BİLEN TANRI


Son olarak ‘’ her şeyi bilen bir tanrının ‘’ sınav yapmasının mantıksızlığına değineceğim.

Sorun şudur: Her şeyi bilen bir tanrının dolayısıyla bu sınavın sonucunu da kesinlikle doğru şekilde bilmesidir, tanrı her şeyi biliyor ve ‘‘ kesin’’ olarak biliyor, bu durumda tanrının bildikleri kesinlikle olacaktır, tanrının bildiği şeyden dışarı çıkamayız. Bu durumda biz ne yaparsak yapalım, daha yaratılmadan önce bile hangi tarafa gitmeye hak kazandığımızı biliyordu tanrı.

Bu durumu şöyle örnekleyebiliriz, geçmiş yaşantınıza Y, gelecekte yaşayacaklarınıza X diyelim. '' Her şeyi bilen '' sıfatında olan bir tanrı, tabii ki sizin geçmişinizi biliyordur ve geleceğinizde neler olacağını da biliyordur yani tanrı '' X '' i de ‘’ Y ‘’ yi de biliyor, ama tekrar hatırlatıyorum tanrı, tahmin etmiyor '' kesin olarak '' biliyor. Bu durumda, tanrının bildiği şeyler kesinlikle olacaktır değil mi ? Yani sizin '' X '' iniz de ne olacaksa, zaten tanrının bildiği şeyler olacak demektir ve tanrı '' kesin '' olarak biliyorsa, onun bildiğinin dışına çıkma, yani onun bilmediği bir şeyi yapma gibi bir ihtimaliniz de yok.

Yani ne yaparsanız yapın, tanrının bilmediği bir şeyi yapamazsınız. Çünkü tanrı her şeyi '' kesin '', '' %100 '' doğru olarak biliyor. Bu ihtimalin dışına çıkılamaz.
Bu durumda, tanrı zaten her şeyi biliyorsa sizi sınav yapması oldukça gereksizdir. Yani burada anlatmaya çalıştığım her şeyi %100 doğru olarak bilen bir tanrının, sanki bilmiyormuş gibi insanları sınav yapmaya çalışması oldukça mantıksızdır.

Tanrının bu şekilde bir sınav yapması bir yazarın kendi yazdığı öykünün karakterlerini sınav yapmaya çalışmasına benzer. Yazar kendi yarattığı karakterlere özgür irade vereceğini söyler ve sonra öykünün devamını kendi yazarak hikayeyi sonlandırır.

Bu duruma sürekli eleştiri olarak gelen teist çarpıtmalarından biri öğretmen-tanrı benzetmesidir.

Bir öğretmen, öğrencilerini sınav yapar. Hangi öğrencinin kaç alacağını aşağı yukarı tahmin edebiliyordur TEKRARLIYORUM tahmin edebiliyordur. Ama eğer, bu öğretmen hangi öğrencinin kaç alacağını '' kesin, %100 '' doğru olarak bilseydi. (ki bir insanın böyle bir özelliği olması imkansızdır) buna rağmen sınav yapması mantıklı olur muydu?

Tanrı ile öğretmeni bir tutup, özelliklerini aynı sayarak yapılan bu benzetme, klasik teist çarpıtmalarının ötesinde bir şey değildir

Allah yoksa neyi inkar ediyorsun?



Eğer Tanrıyı reddetmek imkansızsa doğal olarak onu kabul etmek zorunlu olacağından dolayıdır ki teist taraftarlar tarafından savunulan argümanlardan biridir. Fakat tahmin edilebileceği gibi bu iddia felsefeciler tarafından değil teolojik konulara yeni giriş yapmış bilgi seviyesi yüksek olmayan kişiler tarafından sunulmaktadır. ‘Allah yoksa neyi inkar ediyorsun’ sorusu bağlamında oluşan bu iddianın sorunları ilk bakışta göze çarpacaktır.

Bizler bir şeyin var olup olmadığını söylerken, o şeye bir özellik atfetmediğimiz için bahsi geçen argüman geçersizdir. Biz ‘Tanrı yoktur’ derken var olmayan bir şey hakkında bir olumlamada bulunmuyoruz; aslına bakarsanız bir şeyin var olmadığını söylerken yaptığımız şey var olmayan şeylerden söz etmekten ziyade bir özellikle alakalı olarak var olan her şeyden bahsetmektir. Tanrı yoktur derken yapmaya çalıştığımız şey dış dünyada bir gerçekliğe tekabül eden Tanrının aslında kabul edilmemesini savunmak değildir; var olan hiçbir şeyin Tanrıya atfettiğimiz özelliklere sahip olmadığıdır. Bir şeyin olmadığı savunulurken aslında her şeyden bahsederiz; İncelenebilecek her şey arasında belirli özelliklerin doğrulanması sonucunda ona tanrı diyebileceğimiz herhangi bir şey yoksa doğal olarak Tanrı da yoktur.

Ayrıca ‘tanrının tanımı’ sorunsalı, tanrının varlığı probleminden önce gelir. Önce tanrının olası tanımı yapılmalıdır, ardından bu tanıma uyan herhangi bir varlığın var olup olmadığı tartışılmalıdır. Yani ‘K, L ve M özelliklerine sahip bir varlık varsa bu varlığa Tanrı deriz’ ifadesinin ardından bu özelliklere sahip bir varlığın dış dünyada var olup olmadığını tartışabiliriz ve eğer tanrı reddedilmişse ‘Dış dünyada K, L ve M özelliklerine sahip herhangi bir varlık yoktur’ denilmiş demektir.

1-     Bir Tanrı varsa o Tanrı K, L ve M özelliklerine sahip olmalıdır. 
2-     Eğer Tanrı yoksa dış dünyada K, L ve M özelliklerine sahip bir varlık olmamalıdır. 
3-     Dış dünyadaki hiçbir şey K, L ve M özelliklerine sahip değildir. 
4-     Bu sebeple Tanrı yoktur

…gibi bir yöntemin ardından, bir ateist Tanrıyı reddedebilir. Bu durumda reddedilmesi için tanrının zaten var olmuş olması gerekmez. Yapılan tek şey belli özelliklerin var olan şeylerde bulunup bulunmadığını inceleme işidir. O halde Tanrı, bir gerçekliğe karşılık gelmeden reddedilebilir ve ateizm mümkün duruma gelir.

Aslına bakılırsa aynı yöntem kullanılarak her şeyin var olduğu gibi saçma bir duruma; dolayısıyla çelişkili önermelerin bile zorunlu olarak kabul edilmesi gerektiğine ulaşılabilir. Örneğin bir Müslüman’a ‘Zeus yoksa sen neyi inkâr ediyorsun?’ denilebilir ve bu durumda Zeus’a da inanılmalıdır. Oysa bu durumda ‘Tek ve eşsiz olan Allah vardır’ iddiası ile ‘Zeus vardır’ iddiası aynı anda kabul edilmelidir; fakat bu durum çelişkilidir zira birbiriyle çelişen iki farklı önermenin ikisi aynı anda doğru olamaz. Eğer tek tanrı olan Allah varsa Zeus olmamalıdır; Zeus varsa ‘Tek tanrı Allah’tır’ görüşü yanlıştır. Fakat bahsi geçen kanıtlama türü her ikisinin de doğru olduğu sonucuna gitmektedir, bu sebeple bu metot terk edilmelidir.

Aynı zamanda ‘Eğer beş kenarlı üçgen yoksa neyi reddediyorsun?’ denerek kendi içinde çelişkili olan bu kavram da ispat edilebilir; oysa bu ifade bir gerçekliğe tekabül etmez. Bu durumda gerçekliğe uymayan bir tanımlamayı doğruymuş gibi gösterdiğinden dolayı bu kanıtlama metodu terk edilmelidir. Ayrıca fark edilecektir ki bu yol aracılığıyla akla gelebilecek her şey kanıtlanabilir. ‘Tek boynuzlu görünmez at’ tanımından ‘Uçan Spagetti Canavarına’ kadar her türlü hayal ürünü varlık, gerçekliğe işaret ediyormuşçasına savunulabilir. Oysa bunları reddetmek için yalnızca bunlara atfedilen özelliklerin gerçeklikte var olmadığını söylememiz gerektiğini her dindar anlayacaktır. Aynısını bahsettikleri Tanrı tanımı için de yapmamız gerekir. Üstelik yaratılışçı kesimin savlarını da bu yöntemle savurabileceğimizi düşünüyorum: ‘Evrim yoksa neyi reddediyorsun’ ‘Ara formlar yoksa neyi reddediyorsun’ ‘Yararlı mutasyonlar yoksa neyi reddediyorsun’ gibi soruları sunduğunuzda büyük ihtimalle sorunun mantıksız olduğunu karşı tarafa anlatabileceksinizdir. 

Dua-Rüya-Muska


Genellikle mucize iddiaları, duaların kabul olmasından tutun büyülerin/muskaların işe yaramasına kadar çok sayıda mistik iddiaya dayanır. Bunlardan bazıları şu şekilde sıralanabilir:

Annem kanser olmuştu, doktorlar bunun üzerine onun asla iyileşmeyeceğini söylemişlerdi. Kurtulmasının neredeyse olanaksız olduğu bu hastalıktan, dualarımız sayesinde kurtuldu.

Sihir ve büyü ile ilgili şöyle bir mucize iddiası da öne sürülebilir:

Yeni kiraladığımız ev ilk başta gözüme güzel gözükmüştü. Fakat o eve geldikten sonra başıma bir sürü talihsizlik geldi. İşimden kovuldum, sevgilimden ayrıldım… Yaşayabileceğim en kötü anları yaşadığımı diyebilirim. Sonra evi inceleyince evin içinde muska buldum… Böyle bir mucizevî olaydan sonra inançsız olmam imkânsız…

Bunun dışında rüyaya dayalı mucize iddialarından birine şu şekilde bir örnek verilebilir:

Ablamın uzun yıllar boyunca çocuğu olmuyordu. Bir gün rüyamda bebek sesi duydum, O sese yaklaşınca yeni doğmuş bir bebek olduğunu anladım. Bir hafta sonra da ablamın hamile olduğunu öğrendik. Bu tesadüf olamaz, muhakkak bir mucize olmalı.

Buna benzer iddiaların ardı arkası kesilmez. Hepsinin temel noktası, hatalı ilişki kurmanın sonucu olarak ‘mucize’ diye ortaya atılmış olmalarıdır. Dualarda, batıl inançlarda ve kişisel hayatımızda deneyimlediğimiz onca olayda düştüğümüz bir mantık hatası var. Aslında birbirleriyle bağlantılı olmayan iki olay, sırf bizlerin bazı şeyleri birbirleriyle bağlantılı olduğu fikrinde genel bir kanıya sahip olmamızdan dolayı birbirleriyle bağlantılı gibi durabilirler. Konu ile bağlantı kurmadan önce ‘olaylar arasında ilişki kurmanın evriminden’ söz etmek istiyorum.

Çok eski zamanlarda, henüz medeniyetler oluşmadan önce yaşayan iki insanı gözünüzün önüne getirin. Herhangi bir sebeple otların arkasından hışırtı sesleri geldiğini varsayalım. Bu hışırtı seslerinin ardından bu insanlardan birinin vahşi hayvanlarla ses arasında ilişki kurduğunu ve doğal olarak oradan kaçtığını; ikinci bireyin ise böyle bir ilişki kurmadığını ve o yerde kalmaya devam ettiğini tahayyül edersek ilişki kuran bireyin hayatta kalma şansının daha yüksek olduğunu anlayabiliriz. Bu durumda, atalarımızın ilişki kurma yönünde evrim geçirmiş olduğunu düşünmek ve bu sebeple ilişki kuran bir beyne sahip olduğumuzu savunmak tutarlı hale gelir. Ne var ki kurulan ilişkiler her zaman doğru olmayabilir. Örneğin çalı sesleri ile vahşi hayvanlar arasında ilişki kuranın yaşama şansı daha yüksek olsa da kurduğu ilişki hatalı olabilir. Bu durumda beynimizin kurduğu her ilişkiyi gözü kapalı kabul etmemiz gerekiyor.  Bu durumda kurulan ilişkiyi, yeterli bir deneme-yanılma sürecinden geçirdikten sonra, yüksek yargılama gücümüzün etkisiyle sorgulamamız gerekmektedir. Dua ile gerçekleşen olay arasında kurulan ilişki, mutlak doğru bir sonucu vermeyebilir. Aynısı rüya ve mucize, muska ve kötülük ilişkileri için de geçerlidir.

Aslında birbirleriyle alakası olmayan iki olay, bizim ilişki kurma eğilimimizden ve birinin diğerinden sonra gerçekleşmesinden dolayı birbirleriyle bağlantılı gibi durabilir. Örneğin dua ettikten sonra duada bahsettiğimiz olayın gerçekleşmesi bizi ‘Dua ettiğim için bu olayı yaşadım’ düşüncesine yöneltebilir. Aslında dua eylemi ile bağlantısı olmayan bir olay gerçeklemiştir. Ama ilişki kurma yetimiz bu iki olay arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu düşündürmüştür. Burada ‘Post hoc ergo propter hoc’ olarak bilinen mantık hatasına düşülür. Bu deyimi ‘Bundan sonra o halde bunun sebebiyle’ olarak çevirmemiz mümkün. Mantık hatası ise şu şekilde işler:

1- (A) olayı gerçekleşti 
2- (A) olayından sonra  (B) olayı gerçekleşti. 
3- O halde (A) olayı, (B) olayının sebebidir.

(B) olayının (A) olayından önce gerçeklemiş olması, (B)’nin (A) sebebiyle olduğunu göstermez. Bunun iddia edilebilmesi için (A) olayı ile (B) olayı arasında doğrudan bir ilişki kurulmalıdır. Birbirleriyle bağlantısız olan herhangi iki olay düşünün. Örneğin kitabınızı kaybetmiş olun(A olayı) ve tam bu sırada arkadaşınız kapınızı çalsın(B olayı). Bu iki olayın arka arkaya gerçekleşmiş olması, bu iki olay arasında doğrudan bağlantı olduğunu göstermeyecektir. Kitabınızı kaybetmeniz ile arkadaşınızın sizi ziyarete gelmiş olması bağlantısız olaylardır ve bu ikisinin arka arkaya gelmesi elbette tesadüftür. Tesadüf derken şunu kastediyorum: o an kitabınızı kaybetmemiş olabilirdiniz ve arkadaşınız sizi ziyaret etmiş olabilirdi; o an kitabınızı kaybetmiş olabilirdiniz ama arkadaşınız sizi ziyaret etmiyor olabilirdi. Şimdi (A) olayı yerine ‘dua etme’ eylemini (B) olayı yerine de ‘duada bahsi geçen olayın gerçekleşmesi’ ifadesini koyun veya (A) olayı için ‘rüya görme’ (B) olayı için ‘mucizevî gerçekleşme’ ifadelerini yerleştirin. Tüm bunlar birbirleriyle bağlantısız olan farklı iki olayı bağlantılı gibi görme eğiliminden kaynaklanmaktadır. Dua etmeseniz de o olay gerçekleşecektir, rüyayı görmemiş olsaydınız da ablanız hamile kalacaktır/kalmayacaktır, evinizde muska olmasaydı da başınıza kötü olaylar gelecektir/gelmeyecektir. Bu olaylar arasında bağlantı olmadığı açıktır. Zira aynı şekilde o olayın tersi için dua etmiş olsaydınız, duanız gerçekleşmeyecekti. Farklı bir rüya görmüş olsaydınız, rüyanız gerçekleşmeyecekti. İki olayın bağlantılı olmadığını düşünmemiz için görmemiz gereken her şeyi dua/büyü/rüya olaylarında görmekteyiz. Bu durumda doğal olarak ‘post hoc ergo propter hoc’  mantık hatasına düşüldüğü savunulmalıdır. Bunun dışında dua etme ile duanın gerçekleşmesi arasında kurulan bağlantı kara kedi görme ve başınıza kötü bir olay gelme; merdivenin altından geçme ve bir akrabanın ölüm haberini duyma gibi batıl inançlarda da rastlanmaktadır.

Birbiriyle bağlantısız ama biri diğerinden sonra gelen iki olay düşünelim: örneğin bir gökdelenden aşağıya doğru taş bıraktığınızı, taşı bırakmadan önce ‘Taş, düşmeni emrediyorum’ dediğinizi varsayalım. Bu iki olay arasında bağlantı olup olmadığını test etmek için şunları yapabiliriz:

1- Taşı bıraktığınızda fakat ‘Düşmeni emrediyorum’ demediğinizde taşın düştüğü en az bir durum varsa 
2- Taşı bıraktığınızda ve ‘Düşmeni emrediyorum’ dediğinizde taşın düşmediği en az bir durum varsa

…taşın düşmesi ile sizin sözünüz arasında bir bağlantı yok demektir. Dikkat edilecektir ki taş bırakıldığında sözler söylenmese bile taş düşecektir. Aşağıdan yüksek bir hava akımı verildiğini ve bu akımın yarattığı basıncın, taşa uygulanan yer çekimi kuvvetinden daha yüksek olduğunu varsayalım. Bu koşullar altında taş bırakılsa ve sözler söylense bile taş düşmeyecektir. Bu durumda iki koşulu da görmemizden kaynaklanarak, taş ile söz arasında doğrudan bir ilişki olmadığını anlayabiliriz. Aynı uygulamayı muska-kötülükle karşılaşma ilişkisi için düşünelim:

1- Muskanın olmadığı fakat başa kötülük gelen en az bir durum varsa 
2-  Muskanın olduğu fakat ciddi kötü durumlarla karşılaşılmadığı en az bir durum varsa

…muska ile yaşanan olay arasında doğrudan bir ilişki olmadığını anlayabiliriz. İki duruma da oldukça rastlanıldığı şüphe götürmez şekilde doğrudur. Muskanın olduğu durumlarda başınıza iyi şeyler de gelebilir; muskanın olmadığı durumlarda başınıza kötü şeyler de gelebilir. Aynı şey dua-iyileşme, rüya-gerçekleşme gibi bağlantılı sanılan ilişkilerde de geçerliliğini sürdürür.

Bunun dışında bahsettiğimiz dua/büyü/rüya mucizelerine dair küçük bir olasılık hesaplaması yaparsak bahsettiğim natüralist açıklamanın tutarlılığı gözler önüne gelecektir. Bir gün içinde milyarlarca insan rüya görür; bir gün içerisinde milyarlarca olay yaşanır. Bu milyarlarca rüyanın bazılarının gerçekleşmiş olması şaşılası bir durum mudur? Yüzlerce muska/büyü arasından bazılarının tutmuş olması şaşırılması gereken bir olay mıdır? İşin en dini içerikli olanını, duaları düşündüğümüzde; her gün hastanelerde binlerce, on binlerce, yüz binlerce hasta bulunur. Bu hastaların ailelerinde muhakkak dini bütün insanlar vardır ve bu hastalar için dua edecektirler. Bu hastalardan bazıları, doğal olarak, iyileşecektir. Fakat doktorların zorlu süreçleri, çabaları bir kenara atılarak bu iyileşmenin sebebi olarak dualar gösterilir. Bu tavır oldukça ukalaca bir tavırdır. Bunun dışında, iyileşmeyen o kadar hasta içerisinde iyileşenlerin ailelerinin duaları bu kadar önemsemeleri takdire şayandır. Bahsetmeye çalıştığım şey, görülen milyarlarca rüyadan gerçekleşmeyenlerin bir çöpe atılıp gerçekleşenlerin mucize olarak görülmesi; edilen onlarca duanın gerçekleşenleri mucize olarak görülürken gerçekleşmeyen sayısız duanın unutulması; yapılan büyüler arasında gerçekleşmeyenlerinin hafızadan silinirken gerçekleşenlerin büyütülerek göz önünde bulundurulması yalnızca algıda seçiciliktir. Buradan herhangi bir açıklama çıkmayacaktır.

Tüm bunları bir kenara bırakacak olursak olanak sınırlarının biraz dışına çıkıldığında duaların/büyülerin/rüyaların etkisiz olduğunu anlamamız kolaylaşacaktır. Nelly Karpova ile evlenmek için dua etmeyi deneyin; İstanbul’da iken beş dakika sonra New York’ta olmak için büyü yaptırın… Yüksek ihtimalle bunlar gerçekleşmeyecektir. Durum böyle olunca, fizik kurallarının biraz dışına çıkıldığında Tanrı’nın bu olaylara müdahale etmediğini düşünüyorsak fizik kuralları dâhilindeki olaylar için de Tanrı’nın doğal bir müdahalede bulunduğunu söylememiz için yeterli bir sebep yoktur.

Neden hiçlik yerine bir şey var ?


‘Neden hiçlik yerine bir şey var?’ sorusu söz konusu olduğunda insanların çoğu bilimin sessiz kalması gerektiğini iddia ederler. Bu bilimi ilgilendiren bir soru değildir ve bilimin verileri uslu bir çocuk gibi oturduğu yerde oturmalıdır. Bu soru felsefenin sorusudur. Bitti! Örneğin Roy Abraham Varghese ’Öyle görünüyor ki hiçbir bilimsel kuram mutlak hiçlikle bütün bir evren arasındaki boşluğu aşamamıştır’ ifadelerini kullanmıştı(1). Bu sorunun bilimi aşan bir soru olduğuna dair genel kanıya katıldığımı söyleyemem. Neden hiçlik yerine bir şeyin olduğuna dair sorulan bu soru yalnızca bilimin cevaplayabileceği bir soru değildir elbette. Fakat buradan, bu soruyu cevaplamada bilimin asla ve katiyen kullanılamayacağı sonucu çıkmaz. Bu soru bilimin ve felsefenin nihai işbirliği ile çözümlenebilecek bir sorudur. Bilimin verileri ile felsefenin muazzam akıl yürütmesi neden bu soruyu çözemesin ki? Bilindiği gibi hiçbir şeyin olmamasının daha ‘doğal’ olduğunu iddia etmekle yola çıkan bu soru bilimin tamamen ipucu veremeyeceği sorulardan değildir. 

Öncelikle mantık kurallarının zorunlu bir sonucu olan belirsizlik ilkesinden ve bu ilkenin bilimdeki temel işlevlerinden bahsetmek istiyorum. 20. yüzyılın başlarında, kuantum fiziği daha yeni ortaya atılıyorken, kuantum mekaniğinin kurucularından olan Heisenberg, bir ilkenin keşfinde bulunmuştu. Günümüzde kâşifinin ismiyle anılıp “Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi” olarak bilinen bu ilkeye göre bir parçacığın hızını ne kadar "kesin" belirlerseniz konumu o kadar belirsiz olacaktır, parçacığın konumunu ne kadar "kesin" belirlerseniz hızı ise o kadar belirlenemez olacaktır. Yani belirsizlik ilkesine göre bir parçacığın konumu ve hızı aynı anda belirlenemez. Sezen Sekmen'den alıntı yaparak bu olayı kavramanızı kolaylaştırmak isterim:


Bu durum mantıken de imkânsızdır. Bir parçacığın konumunu tam kesinlikle ölçtüğümüzü varsayalım. Bu ölçüm durağanlık gerektirir ve ölçüm anını dondurarak elde ettiğimiz durağanlıkta parçacığın hareket hızını ve yönünü saptamamız da imkânsızdır. Aynı şekilde bir parçacığın momentumunu ölçmek, yani hareket yönü ve hızını anlamak için parçacığın hareket ediyor olması gerekir ve bu da bizim parçacığın konumunu ölçmemizi imkânsızlaştırır. (2)

Belirsizlik ilkesini en basit haliyle açıklamak gerekirse Sekmen’in açıklaması yeterli olsa da farklı bir analoji kullanmam gerecektir. Bir arabanın içinde hareket halinde olduğunuzu düşünün. O an bir telefon aldığınızı ve size ‘Neredesin’ sorusunun yöneltildiğini varsayın. Neredesiniz? Elbette hareket halindesiniz ve bu sorunun mutlak bir cevabı olmayacaktır. Belki de çiçekçinin önünden geçiyordunuz ve soruyu cevaplayana kadar çiçekçiyi geçtiniz. Hareket halinde olduğunuz zaman bu sorunun cevabı olmayacaktır zira cevaplayana kadar zaten konumunuz değişecektir. Bu soruyu cevaplayabilmek için durmanız gerekir. Bu soruya mutlak bir cevap vermek için durmalısınız ve durduğunuz anda ‘Çiçekçinin önündeyim’ demelisiniz. ‘Neredesin’ sorusu sorulduğu anda o anın fotoğrafını çekerseniz, soruyu cevaplayabilirsiniz. Tam o andaki konumunuz çiçekçinin önündeki arabanın koltuğu olacaktır. Ama bir dakika? O anın fotoğrafını çektiğiniz anda hareketi durdurmadınız mı? Kesinlikle… O halde ‘Hareket halindeyim’ dediğiniz anda mutlak bir konumunuz yoktur, mutlak bir konumunuz olduğu anda hareket durmuştur. İkisini aynı anda belirleyemezsiniz. Belirsizlik ilkesi tam olarak bunu ifade eder. Felsefi anlamda ifade edecek olursak:


X: Herhangi bir değer 
Y: X değerinin değişim değeri

Bu durumda X ile Y aynı anda belirlenebilir mi? Kesinlikle hayır! X’i kesin olarak belirlediğiniz anda bu X değerini değişmez kılmış olursunuz, onu kesin olarak belirlediğinizde Y belirlenemez. Bir an için Y’yi kesin olarak belirlediğinizi düşünün. Bu durumda da X muğlâk olacaktır. X ile Y aynı anda belirlenemez. Bu mantıksal bir zorunluluğu ifade eder. Peki ya X yerine konum, Y yerine hız yazdığımız anda ne tür bir sonuca ulaşırız? Elbette hız derken ‘birim zamandaki konum değişikliği’ ifade edildiğinden dolayı hızın ve konumun aynı anda belirlenemeyeceği aşikâr olacaktır. Biri diğerinin değişimi olan iki değerin ikisi aynı anda belirlenemez. Bu mantıksal zorunluluktur. O halde sanıldığının aksine belirsizlik ilkesi parçacıkların doğasından kaynaklanan fiziksel bir ifadeden ibaret değil, aynı zamanda mantık kurallarının yansımasıdır. Bu durumda ‘Neden belirsizlik ilkesi doğrudur?’ sorusu da anlamsız bir soru olacaktır zira bu ilke ‘yanlış olması düşünülemeyen’ mantık kurallarından daha geride değildir. 

Peki ya belirsizlik ilkesini elektromanyetik dalgalara uyarlarsak nasıl bir sonuç elde ederiz? Çok basit; bir parçacığın hızı ile konumu arasındaki ters orantı, bir dalganın genişliği ile genişliğinin değişme hızında mevcut olacaktır. Yani bir dalganın genişliği ne kadar belliyse, genişliğin değişme hızı o kadar belirsizdir; genişliğin değişme hızı ne kadar belliyse genişlik o kadar belirsiz olacaktır. Eğer bir dalganın genişliğini kesin olarak biliyorsak, genişliğin değişme hızı olası her değeri alabilir, belirsizdir. Bu durumda belirsizlik ilkesinin doğal bir sonucu olarak kuantum dalgalanmaları oluşacaktır. Ünlü fizikçi Brian Greene kuantum dalgalanmalarıyla belirsizlik ilkesi arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklıyor:


...Mikroskobik dünyanın kesin olmayan bu yönleri, değerlendirildikleri mesafe ve zaman ölçekleri küçüldüğünde daha katı bir hal alır. Parçacıklar ve alanlar, kuantum belirsizliğiyle tutarlı olarak, bütün olası değerler arasında dalgalanır ve sıçrar. Bu da mikroskobik alanın kargaşayla kaynadığı, kuantum dalgalanmalarıyla dolu çılgın bir denize benzediği anlamına gelir(3).

Kuantum dalgalanmaları, belirsizlik ilkesinin doğal bir sonucudur. Bir elektromanyetik dalganın genişliği mutlak surette biliniyorsa o dalganın genişliğinin değişim hızı olası her değeri alacaktır. Bu olası değerlerden birini almasına ise kuantum dalgalanması demekteyiz. Günlük hayatta, sahip olduğumuz sezgilerimizin "her şeyin bir sebebi olduğu" görüşünü sunuyor olsa da aslında bu sezgilerimizin mutlak doğru olamayacağını belirtmem gerekiyor. Laplace, evrenin, saatin işlediği gibi işlediğini ve belirli fiziksel kanunlar ve şartlar belli olduğu sürece geleceğin belirlenebileceğini düşünmekteydi. Paragrafın başında bahsettiğim "her şeyin bir sebebi var" görüşü doğru olsaydı, Laplace'ın determinizmi belki kabul edilebilirdi(aslında yine kabul edilemezdi, kuantum dünyası determinizme birçok yerden darbe vurmuştur ama konumuz bu olmadığı için bahsetmiyorum). Örneğin -atıyorum- bir yumurtanın kırılmasının sebebi yere düşmesidir, yere düşmesinin sebebi havanın esmesidir, havanın esmesinin sebebi... diye giden sezgilerimiz kuantum dünyasında işlemiyor. Anlayacağınız kuantum dalgalanmalarının herhangi bir etken sebebi yok.

Peki ya kuantum dalgalanmalarının herhangi bir “etken sebebi” olmadan gerçekleşiyor olmasının "mantıksal sebebi" bulunmakta mıdır? Bu mantıksal sebep az önce de bahsettiğim gibi belirsizlik ilkesinden ileri gitmiyor. Eğer bir parçacığın hızı kesin olarak belirlenebilirse, bu parçacığın hızı olası her değeri alabilir. Bu parçacığın hızı olası değerlerden birini almaya başlayınca konumu belirsizleşecektir. Yani bu "dalgalanma" hem sebepsiz gerçekleşmiştir, hem de var olan enerji değerlerini değiştirmemiştir. Yani enerji ve yük gibi değerlerin sıçramadan önceki durum ile sıçramadan sonraki durum arasında konsept olarak bir farkı olmuyor. Buraya kadarki açıklamalarımızdan çıkarabileceğimiz ve makalenin devamında ihtiyacımız olacağından dolayı bize gereken kısımları üç maddede özetleyebiliriz:


I-Bir dalganın genişliği ile genişliğin değişme hızının belirlenmesi arasında ters orantı vardır. Birinin bilinmesi diğerini belirsiz kılar. 
II- Kuantum dalgalanmaları belirsizlik ilkesinin mecburi bir sonucu olarak sebepsizdir. 
III- Kuantum dalgalanmalarında var olan enerji ortalaması korunur.

Bu noktaları aklımızda bulundurup 'hiçlik' hakkında konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Hiçlik dediğimiz şey tanımlanabilir mi? Tanımlanabilirse o şey hiçlik olur mu? Hiçliği 'bir şey' yapmadan da tanımlayabiliriz. Hiçlik ya varlığı potansiyel olarak bile barındırmaz ya da hiçbir varlık bulundurmasa bile mantık kurallarını dışlamadığından dolayı potansiyel olarak varlığı barındırır. Varlığı potansiyel olarak bile barındırmayan hiçlik, mantık kurallarını dışladığından dolayı imkansızdır. Geriye mantığın dışlanmadığı ve potansiyel anlamda bir şeylerin var olabileceği fakat hiçbir şeyin olmadığı hiçlik tanımı elimizde kalıyor. Bu durumda hiçlik, zamanın, mekânın, enerjinin, parçacıkların, uzam boyutlarının ve aklınıza gelebilecek her varlığın olmamasını ifade eder. Bu durumu "sıfır"a benzetebiliriz. Sıfır, bir niteliğin yokluğunu temsil eder. Dolayısıyla, hiçliği bir varlığın yokluğu olarak "tanımlıyorsanız", hiçbir niteliğinin olmadığını savunuyorsunuzdur. Oldukça makul bir görüş ve bunda size katılıyorum. Bu savunma, tüm niteliklerin sıfır olması durumunun hiçlik anlamına geleceğini gösterir. Buradan çıkacak sonuç da eğer bir uzay bölgesine boş diyorsak, oradan geçen bir dalga olmadığını, bütün alanların sıfır değerine sahip olduğunu anlatmaya çalıştığımızdır. Bir dalga yoksa bile o dalga hakkında konuşabiliriz: genişliği, dalga boyu ve diğer tüm olası değerleri sıfır olan dalga... Uzay-zaman boyutunun yokluğunu ifade ederken de Kap Argümanında da söylediğimiz gibi yarıçapı sıfır olan uzay-zamanı ifade ederiz. 

Bir şeyin olmaması, o şeyin tüm olası değerlerinin sıfır olmasına eşdeğerdir. Kısaca bir uzay-zaman bölgesinde elektromanyetik dalga yoksa oradaki tüm dalgaların değerlerinin sıfır olduğundan bahsederiz. Paradoksal bir şekilde olmayan bir dalganın genişliğini kesin olarak biliyoruz demektir: SIFIR. Bir niteliğin olmaması durumu sıfırsa olmayan bir dalganın genişliğinin sıfır olmasından daha olası bir durum yoktur. Bu durumda olmayan bir dalganın genişliğini kesin olarak biliyorsak, az önce belirttiğimiz (I) numaralı maddeden dolayı genişliğinin "değişim hızı" olası her değeri alabilir demektir. Dolayısıyla, bu değişim hızı olası her değeri alabileceğinden, bir kuantum dalgalanması yaratıp genişliğin değerini sıfırdan farklı bir değere taşıyacaktır. Hiçlikten enerji oluşması... İşte bu kadar basit… Doğaüstü hiç bir güce ihtiyacınız yok, Süpermen’i, diş perilerini, tanrıyı, tanrıları/tanrıçaları, Noel babayı, Uçan Spagetti Canavarını bir kenara bırakın. Enerjinin oluşması için ihtiyaç olan tek şey: KOCA BİR HİÇ!

Enerjinin yoktan oluşabildiğini anlattığımı düşünüyorum. Peki ya madde? Madde nasıl oluştu? Bunun da cevabını 20. yüzyılın dehası Einstein vermişti. Herkesin artık duymakta aşina olduğu E=mc2 formülü bize enerji ile maddenin aynı şey olduğunu gösterdi. Dolayısıyla madde enerjiye, enerji maddeye dönüşebilir. Yine Brian Greene'in anlatımını kullanmakta problem görmüyorum: "Anlık alan dalgalanmalarının taşıdığı enerji E=mc2 yoluyla parçacık ve karşı parçacık çiftlerinin anlık yaratımına çevirebilir(4)."

Newton'un principia adlı eserinin yayınlanmasının 300. yıl dönümünde, Cambridge'te yapılan "Three Hundred Years of Gravity" adlı konferansta yaptığı konuşmada Stephen Hawking’in konuşması da aynı anlatımı sunar:


"Evren kuzey kutbu gibi tek bir noktayken içinde hiçbir şey yoktu. Ama şimdi evrende en az 10^80 parçacık bulunuyor. Tüm bu parçacıklar nereden geldi? Bunun yanıtı görecelik ve kuantum mekaniğinin parçacık-anti parçacık çiftleri şeklinde enerjiden yaratılmasına olanak vermesidir"

Maddenin de(aynı zamanda anti maddenin de), enerjinin de yokluktan, ilahi bir müdahale olmadan oluşabildiğini ve bunun sadece "sebepsiz" kuantum dalgalanmalarıyla yani simetri kırınımıyla oluştuğunu gördük. Anlayacağınız 13.7 milyar yıl önce bir simetri kırınımının gerçekleştiğini ve evrenimiz oluştuğunu bir Tanrının müdahalesine ihtiyaç duymadan açıklayabiliriz. (Her ne kadar kesin bir dille konuşuyor olsam da bir kesinlikten bahsetmiyorum. Bunun sadece ihtimallerden biri olmasının yanında Büyük Patlama teorisinin evrenin yoktan var olduğunu anlatan bir kuram da olmadığını yine belirtmeliyim. Evrenin yoktan var olması fikri sadece olası ihtimallerden biri olup bununla beraber benim gözümde en görkemli düşüncedir.)

Şimdi asıl sorumuza dönelim: Neden hiçlik değil de bir şey var? Bu sorunun cevabı "Çünkü olmak zorunda" cevabından başka bir şey değildir. Eğer hiç bir şey yoksa tüm değerler sıfır olacaktır. Dalga genişliğinin kesinliğinden değişme hızı belirsiz olacaktır, bu da mecburen bir kuantum dalgalanmasıyla enerji oluşturacaktır. Kısaca hiçbir şeyin olmaması durumunda bir şey oluşmak zorundadır, bir simetri kırınımı mecburen gerçekleşecektir. Bu cevaptan başka bir sonuç daha çıkıyor: her olası evren var olmak zorunda! Çünkü hiçliğin niteliği olsa da(bahsettiğimiz gibi bu nitelik, niteliğe sahip olmamasıdır), bir sayısı yoktur. Bu da sonsuz sayıda evreni zorunlu kılacaktır. Simetri kırınımı sonsuz kere gerçekleşmek zorundadır bu da sonsuz sayıda evrenin var olacağı, gelişeceği ve büyük ihtimalle yok olacağı anlamına gelir. Hiçbir şey yoksa bir şeyler olmak zorundadır. Bunun sebebi de kuantum dalgalanmalarının gerçekleşecek olmasından ibarettir. 


ELEŞTİRİ (1) 
İyi de bahsedilen tüm bu anlatım evrenin kökenini açıklamaya biraz yaklaşıyor olsa da sorunun özünü kaçırıyor. Zira teolojik açıklamanın bu problemi yalnızca bir adım geriye ittiğini iddia ettikten sonra aynı hataya düşmektesiniz. Bahsettiğiniz anlatım evrenin nasıl oluştuğunu açıklayabilir ama ortada ‘Neden hiçlik yerine kuantum dalgalanmaları oldu?’ sorusu kalacaktır. Öyle değil mi?

Tam olarak öyle değil… Yazının başında da belirttiğim gibi ‘Neden hiçlik yerine bir şey var?’ sorusu yalnızca bilimin cevaplayabileceği bir soru değil, bilim ve felsefenin işbirliğinin cevaplayabileceği bir sorudur. Tam da bu noktada felsefi akıl yürütme devreye girecektir. Eğer bir şey var olmak zorundaysa o şey var olacaktır. Bu durumda kuantum dalgalanmalarının mantıksal bir zorunluluk olduğunu ifade ettiğimiz anda ‘Neden hiçlik yerine kuantum dalgalanması var?’ sorusu da anlamsızlığını gösterecektir. Peki ya kuantum dalgalanmalarının sebebi neydi? Hatırlayacağımız gibi kuantum dalgalanmaları belirsizlik ilkesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktaydı. Peki ya bu durumda da ‘neden hiçlik değil de belirsizlik ilkesi var?’ sorusu ile bir adım geriye çekilemez mi? Açıkçası bu, pek mümkün gözükmüyor. Zira belirsizlik ilkesi mantıksal bir zorunluluk olarak vardır. Bir şeyin ‘zorunlu’ olması o şeyin yanlışlığı düşünüldüğünde çelişki üretmesinden kaynaklanıyordu. Tam bu noktada belirsizlik ilkesinin yanlışlığı düşünüldüğünde çelişki ürettiğine dikkat çekersek ’belirsizlik ilkesi doğru olmak zorundadır’ sonucuna ulaşırız. O halde şunu söyleyebiliriz:

-Evren var çünkü evreni var eden kuantum dalgalanması gerçekleşmiştir.
- O kuantum dalgalanması gerçekleşti çünkü belirsizlik ilkesi bunu gerektirmiştir.
- Hiçlik yerine belirsizlik ilkesi var çünkü belirsizlik ilkesi, yanlış olması durumunda çelişki üreten ifadelerdendir.

Hiçlik yerine neden bir şey olduğuna dair tam da aradığımız açıklamaya ulaşmış bulunuyoruz. Hiçlik yerine bir şey var çünkü hiçbir şeyin olmaması durumunda bir şeyler ortaya çıkmak zorundadır.


ELEŞTİRİ(2) 
Hiçlikten bir şeyin ortaya çıkması termodinamiğin birinci yasası ile çelişmez mi? Termodinamiğin birinci yasası olarak bilinen enerjinin korunumu yasası ‘enerji yok olamaz yoktan da var edilemez’ der. Bahsedilen bu açıklama termodinamiğin birinci yasasıyla çelişiyor. Öyle değil mi?

Tam olarak öyle değil… Bahsi geçen yanlış anlaşılma termodinamiğin birinci yasasını yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Termodinamiğin birinci yasası bir sistemdeki toplam enerjinin değişmeyeceğini ifade eder. Fakat toplam enerji zaten ‘sıfır’ ise yokluktan enerjinin çıkmasında bir problem bulunmaz. Bu durumda iç enerji sabit kalır ve yine de yokluktan enerji oluşabilir. Termodinamiğin birinci yasasının ihlal edilmesi ancak toplam enerjinin sıfırdan farklı olduğu durumlarda geçerlidir. Hiçliğin enerjisi sıfırsa, hiçlikten kuantum dalgalanmasıyla enerji oluştuğu zaman toplam enerji yine korunursa burada termodinamiğin birinci yasasının ihlali yoktur. Unutmamamız gereken üç maddenin üçüncüsüne tekrar göz attığımızda sorunun cevabı ortaya çıkacaktır. "Kuantum dalgalanmalarında var olan ortalama enerji(net enerji) korunur" demek kuantum dalgalanmalarının enerjinin korunumu kanunu ile çelişmediğini ifade eder. Verdiğim örnek üzerinden incelediğimizde de bu sonuca ulaşırız: genişliği sıfır olan bir dalgadan(olmayan bir dalgadan) gerçek bir dalga ürettiğimizde net enerji değişmez. Zira boş alandaki ortalama enerji sıfırken, oluşan dalgalar pozitif ve negatif olarak değişeceği için yine ortalaması sıfırdır. Dalganın "+"(pozitif) ve "-"(negatif) değeri birbirini dengeleyecek ve sıfır değerini verecektir. Aynı şekilde madde ile anti madde tam olarak birbirini dengelediğinde yine ortalama enerjinin sıfır olduğunu gösterecektir. Evrenin enerjisini incelediğimiz zaman da net enerjinin sıfır olduğu görülür. Michio Kaku’nun anlatımı ile evrendeki net enerjinin sıfır olduğunu fark edebilirsiniz:


Kendinize şunu diyebilirsiniz: bu doğru olamaz çünkü bu, enerji ve madde korunumu yasasını çiğner. Hiçlikten bir evren nasıl yaratabilirsiniz? Evrenin toplam madde enerjisini hesaplarsanız bu, pozitiftir. Evrenin toplam enerjisini hesaplarsanız bu, kütle çekimi yüzünden negatiftir. Kütle çekimi negatif bir enerjiye sahiptir. İkisi bir araya getirip topladığınızda ne elde edersiniz? Sıfır! Dolayısıyla bir evreni yaratmak için enerjiye ihtiyaç yok. Eğer evrendeki toplam pozitif yükü hesaplar, evrendeki toplam negatif yükü hesaplar ikisini toplarsanız ne elde edersiniz? Sıfır! Evren sıfır yüke sahiptir! Peki, dönüşler ne olacak? Galaksiler döner, değil mi? Fakat tüm yönlerde dönerler. Eğer galaksilerin dönüşlerini katarsanız ne elde edersiniz? Sıfır! Bir başka deyişle evren sıfır dönüşe, sıfır yüke, sıfır madde enerji içeriğine sahip. (5)

Evrendeki enerji değerinin toplamı sıfır olduğu için kuantum dalgalanması hiçlikten varlık oluşturabilir. Kozmolojik argüman savunucularının sık kullandığı örnek olan :


0= 0 + 0

…ifadesi ‘hiçlikten varlık ortaya çıkmaz’ düşüncesini yansıtıyor olsa da bu eşitliği şu şekilde yazarsak:


0 = (-1) + (+1)

...hiçlikten varlığın ortaya çıkmasının enerjinin korunum yasasını ihlal etmediğini anlayabiliriz. Bahsedilen kanunun bize dediği şey sıfırdan sadece "+1" veya sadece "-1" oluşamayacağıdır. Yani bu başlıktan da anlayabiliyoruz ki evrenin enerjisi hala doğaüstü bir müdahale olmadan hiçlikten gelebilir. Sıfırın (-1) ve (+1)’e dönüşmesi yalnızca belirsizlik ilkesinden kaynaklanır.


ELEŞTİRİ(3): 
Fizikçiler yokluktan enerji ortaya çıktığını iddia ederken kuantum vakum enerjisini hiçlik olarak ele alırlar. Bu hiçlik değildir. Felsefecilerin hiçlikten anladığı şey ile fizikçilerin hiçlikten anladığı şey birbirinden farklı. Fizikçiler bir enerji türüne hiçlik adını takınca gerçek bir açıklama sunmuş olmuyorlar. Bahsedilen ‘hiçlikten oluşum’ da vakum enerjisini anlatıyor, gerçek hiçliği değil. O halde tüm bu açıklamalar geçersizdir. Öyle değil mi?

Tam olarak öyle değil… Fizikçilerin çoğunluğu hiçlik derken kuantum vakumundan bahsederler. Bu bahsedilen vakum ise hiçlik değildir; bir tür enerjidir. Fakat benim burada bahsettiğim nokta kuantum vakumundan parçacıkların gelmesi ile sınırlı değildir. Kuantum dalgalanmalarının evrenimiz içinde enerji değeri sıfırdan farklı olan kuantum durumlarında gerçekleşiyor oluşu bu dalgalanmaların mutlak sıfır değerinde de gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. 

Biraz akıl yürütme yaptığımız zaman bahsettiğim bu olayın kuantum vakum durumuyla sınırlı olmadığı da anlaşılabilir. Zira kuantum vakum enerjisi bir ortamda gerçekleşir. Eğer ortam yoksa kuantum vakum enerjisi de olmayacaktır. Ben ise evrenin hiçlikten kuantum dalgalanması ile oluştuğunu söylerken ortamın da bu dalgalanmanın sonucu olduğunu iddia ediyorum. Zira kap argümanına verilen cevapta hiçliğin tutarlılığını göstermek adına hiçlik sıfır yarıçapa sahip uzay-zaman olarak tanımlanmıştı. Eğer yarıçapı sıfırdan farklı olan bir uzay-zaman var olan geometrik yapıyı ifade ediyorsa aynı şekilde yarıçapı sıfır olan bir uzay-zaman hiçliği ifade edecektir. Yarıçapı kesinlikle belli olan uzay-zamanın yarıçapının değerindeki değişim belirsiz olacak ve kuantum dalgalanmasıyla uzay-zamanı yaratabilecektir. Kuantum vakum durumu uzay-zaman olmadan olamayacak bir şey iken uzay-zamanın kuantum dalgalanmasından oluşabiliyor olması, hiçlik derken yalnızca fizikçilerin hiçliğini değil, aynı zamanda felsefecilerin hiçliğini kastettiğimi gösterecektir. ‘Kuantum vakumu hiçlik değildir’ iddiası beni bağlamıyor. Ben burada evrenin kuantum vakumundan geldiğini değil hiçlikten geldiğini üstelik bunun sebepsiz ve zorunlu olduğunu söylüyorum. Gerçek hiçlik: uzay yok, zaman yok, parçacık yok, enerji yok… Sanıyorum bir felsefecinin de anladığı hiçlik tam olarak bu.

Sonuç olarak bahsettiğim belirsizlik ilkesine dayalı açıklama en sevdiğim açıklamalardandır. Zira ‘var olan her şeyin bir sebebi vardır’ iddiasında bulunan temel kozmolojik argüman ile ‘var olmaya başlayan her şeyin bir sebebi vardır’ önermesini temel alan kelam kozmolojik argümanın geçersizliğini gösterir. Belirsizlik ilkesi mantıksal bir zorunluluk olduğundan ‘Neden hiçlik yerine bir şey var’ sorusuna cevap verir. Çoklu evren senaryosunu da zorunlu kıldığından evrenin özel olarak insanlar için dizayn edildiğini iddia eden ince ayar argümanına yeterli bir eleştiri getirir. Tam da bu noktada bilim ve felsefenin aynı anda kullanıldığında ateizm lehine işlediğine tanık olabiliriz. Bu noktada "Az felsefe insanı tanrıtanımazlığa götürür, derinlemesine felsefe insanları tanrıya vardırır." sözlerini sarf eden Francis Bacon ile “Doğa bilimleri bardağından içilen ilk yudum insanı ateist yapar. Ama bardağın dibinde tanrı sizi beklemektedir.” ifadesini kullanan Werner Heisenberg(ki belirsizlik ilkesinin adıyla anıldığı kişidir kendisi)  bir şeyi kaçırmaktaydı. Salt felsefe ile salt bilim insanı belki de tanrıya ulaştıracaktır fakat doğa bilimleri bardağıyla felsefe bardağını aynı anda içerseniz tanrısızlığa ulaşırsınız.



Notlar :

1- Henry Margenau ve Roy Abraham Varhese, Cosmos, Bios, Theos (Open Court, 1992), s.11
2- Sezen Sekmen, Parçacık Fiziği, ODTÜ Yayınları s.59-60
3- Brian Greene, Evrenin Zarafeti, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 489
4- Brian Greene, Evrenin Zarafeti, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 146
5- Bkz. Michio Kaku, Big Think Konuşması

İleri Okuma:

-Hiç Yoktan Bir Evren, Lawrence Krauss, Aylak Kitap

-Evrenin Zarafeti, Brian Greene, TÜBİTAK Yayınları

-Einstein'dan Ötesi, Michio Kaku, ODTÜ Yayınları

-Karadelikler ve Bebek Evrenler, Stephen W. Hawking, Sarmal Yayınevi

-Parçacık Fiziği, Sezen Sekmen, ODTÜ Yayınları


-Büyük Tasarım, Stephen W. Hawking, Doğan Kitap